
Genel olarak bütün “Siyaset Bilimine Giriş” kitaplarının giriş kısmında “siyaset” teriminin tanımına bakıldığında üç aşağı beş yukarı şu cümlelerle karşılaşılmaktadır: Siyaset kelimesi Arapça’dan Türkçe’ye geçen bir kelime olup bu dilde “siyasa” şeklinde kullanılmaktadır. Sâsa kökünden (s-y-s kökünden) gelen siyâsa kelimesi yönetmek, eğitmek, yetiştirmek anlamına gelmektedir. Orijinal olarak bu kelime önce Bedevi toplumlarda hayvanların, özellikle de atların ve develerin terbiye edilmesi ve yetiştirilmesi için kullanılmış, atları tımar eden, yetiştiren, eğiten ve bakan kişiye de seyis adı verilmiştir. Siyaset kelimesi daha sonra şehirlerin ve insanların yönetimi anlamında kullanılmış ve bu bağlamda da insanları yönetme sanatını ifade etmiştir. Bu durumda siyaset, bir amaç veya prensip gereğince şehrin yönetilmesine ilişkin sanat anlamında değerlendirilmiştir. Siyaset kelimesinin eş anlamlısı olarak çokça tercih edilen “politika” kelimesi ise batı dillerinde kullanılmaktadır. İngilizcede “politics”, Fransızcada “politique”, İtalyancada “politica” olarak geçen politika sözcüğü, Antik Yunan’daki “polis”ten kök almıştır. Bu ise siyasi bir organizasyonun yönetilmesi yani genel olarak tüm vatandaşların, herkesi ilgilendiren kararların alınmasına ve akabinde de icra edilmesine katılması olarak anlaşılmaktadır.
Anlam haritası yukarıda kısaca belirtilen “siyaset”in, kelime anlamının dışında, pratik karşılığına bakılacak olursa; birbirinden farklı ve rakip değer ve görüşlerin uzlaştırılmaya çalışıldığı, herhangi bir çatışma olasılığının önlendiği bir süreç olarak ifade edilmesi mümkündür. Uzlaşı ve çatışma boyutuyla ele alınan tanımların genel olarak oldukça fazla olduğu görülmekle birlikte “toplumun tümünü ilgilendiren ilişkileri son aşamada meşru bir güce dayanarak düzenleyen eylemler bütünü” olarak ifade edildiğini söylenebilir.
Bu genel bilgiler etrafında siyaset, bir sorunu yani çatışmayı çözmeyi, bu çözüm için uzlaşıyı geliştirmeyi ve en nihayetinde bir de devlet gücünü dengeli boyutta kullanmayı gerektiren bir süreçtir. Bu bilimsel çerçeve doğrultusunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin siyaset tanımında; “Siyaset, aklın ve ahlakın rehberliğinde, hayatın ve hadiselerin önünü kapatan sis bulutlarının dağıtılması, bunun yanı sıra konjonktürel sorunların sürüklediği çıkmaz sokaklardan çıkabilme başarı ve becerisidir” bağlamının oldukça yerinde olduğu ifade edilmelidir. Bu tanım, içinde binlerce yıllık Türk-İslam devlet geleneğini ve medeniyetini barındıran pek çok siyaset tarifinin ortak noktası olan ‘siyasetin adalet, fazilet ve en nihayetinde ahlak ile bütünleşmesi’ni ortaya koymaktadır.
Siyaset kurumunun pek çok aktörü olmakla birlikte, birbirinden farklı düşünceleri ve bu düşünce etrafında ortaya konulan pratikleri ile bu sunuşu vatandaşa kabul ettirmeye çalışan siyasi partiler en temel aktör olarak değerlendirilmektedir. Kaldı ki işin bir diğer boyutu olan meşruiyet kazanma ve “iktidar olma” arzusu, siyasi partileri demokratik sistemde bir rekabet zeminine taşımaktadır. Bu rekabetin ölçüsü ve şiddeti ise devletin ortak paydası olan temel değerler çerçevesini aşmamalıdır. Öyle ise temel olarak siyasi partiler her ne kadar farklı düşünseler ve farklı pratik çözümler üretseler de ülkenin tamamını ilgilendiren her konuda bir araya gelebilmeli ve bu uzlaşının da mücadelesini verebilmelidirler. Bunun siyaset pratiğindeki en somut örneği yine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin siyaset anlayışını ortaya koyduğu “Önce ülkem ve milletim sonra partim ve ben” ifadesinde görülmektedir. Bu değerlendirmeler ışığında, 1 Ekim 2024 tarihinde Sayın Devlet Bahçeli’nin bir siyasi sorumluluk alarak başlattığı ve izleyen süreçte bir devlet projesi halini alan “Terörsüz Türkiye Meselesi” önem arz eden bir gelişme olmuştur. Bu nokta, siyasi aktörler nazarında; bir tarafta devletin varlığı diğer tarafta milletin kabulü öte yanda ise siyasi tarafların uzlaşısını barındıran ve toplumsal uzlaşıyı sağlamak adına sorumlu siyaset anlayışıyla hareket etmek durumunda oldukları bir süreç olarak görülmelidir.
Bu yazı belirtilen temel noktalar açısından 1 Ekim tarihinden bugüne Türk siyaset kurumunda vatandaş nezdinde iktidar mücadelesi veren siyasi partilerin ya da siyaset profillerinin bu temel meseleye bakışlarını değerlendirmek adına kaleme alınmıştır. Ayrıca, meselenin öneminin günübirlik siyasi konulardan ya da ortalama herkesin fikir beyanında bulunduğu ve meseleye genel geçer hamaset nutuklarıyla katıldığı bir konu olmadığı ve söz konusu sürecin değerlendirilmesinde her şeyden önce ciddi bir bilgiye sahip olma gerçeğinin açıklığı bilinmelidir.
Öyle ise her şeyden önce söz konusu Terörsüz Türkiye Süreci değerlendirilirken, bu değerlendirmeyi yapan bireylerin kim olduğu, konuya ne kadar hâkim olduğu, siyaset kurumundaki varlığını nasıl elde ettiği ve hangi yönde devam ettirdiği gibi temel pek çok boyut meseleyi merak edenler tarafından gözlenmelidir.
Müşfik elin öyküsü…
Öncelikle süreci tarih tarih değerlendirecek olursak;
1 Ekim 2024-Devlet Bahçeli’nin tarihi el uzatması Lider Devlet Bahçeli bu durumu 8 Ekim’de grup toplantısında; ”Uzattığım el, milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır. Uzattığım el, gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenenin temenni ve teklifidir. Biz, gelişigüzel, keyfe keder, can sıkıntısından, anlık dürtülerle, dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkıp da el sıkmanın merakına tevessül ve teşebbüs etmeyiz. DEM’e evvela düşen sorumluluk, uzanan bu samimi elin kıymet hükmünü anlaması, dahası Türkiye partisi olması yönünde bir eşik olarak algılayıp değerlendirmesidir. Türk ve Türkiye Yüzyılında sıfırlanmış terör ve bölücülük melanetinden sonra, aşımızı beraber taşıralım, işimizi birlikte artıralım, huzur ve güvenliğimizi el ele çoğaltalım, nitekim dünya genelinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yer yüzü cenneti olmasını sağlayalım” şeklinde gayet açık olarak ortaya koymuştur. Söz konusu ifadede de görüldüğü üzere mesele tamamen günlük siyasi çıkarların ve hesapların tümüyle dışında, tamamen Türk ve Türkiye Yüzyılının inşasını mesele edinen ulvi bir siyasi hedef için gerçekleştirilen net bir eylemdir.
Lider Devlet Bahçeli’nin sorumlu siyaset anlayışıyla başlattığı süreç her türlü dezenformasyona rağmen Cumhurbaşkanı tarafından da kabul görmüştür. Sayın Cumhurbaşkanının 10 Nisan 2025 tarihinde İmralı heyetini kabulü ile sürecin bir devlet politikası halini aldığı söylenebilir. Bu durumun devlet politikasına dönüşüp kısa sürede toplumsal kabul gördüğüne dair en somut gösterge ise “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”naTBMM’de temsil edilen biri hariç bütün partilerin üye sunmasıdır. Yani temsili demokraside tüm toplumu karşılayan meclisin tamamı bu meselenin çözüme kavuşması için kurulan komisyona üye vermiştir. Öyle ise önemli bir diğer tarih de 18 Mayıs 2025’te yine Lider Devlet Bahçeli’nin teklifiyle mayası atılan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun kurulmasıdır.
Görüldüğü üzere, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu oldukça kurumsal ve şeffaf bir zeminde oluşmuştur ki gerek 5 Ağustos 2025 gerekse de 8 Ağustos 2025’teki birinci ve ikinci toplantılarda bu açık bir şekilde ortaya konmuştur. Bunların dışında, PKK’ya silah bırakma çağrısı, akabinde bu çağrının gereğinin yapılması, hatta silah bırakma aşamasının siyaset psikolojisi bakımından silahların yakılması gibi oldukça güçlü bir motif eşliğinde icra edilmesi gibi bir dizi dönemecin bulunduğu sürecin oldukça ciddi ve hassas bir şekilde yürütüldüğü görülmektedir.
Şimdi, ismiyle müsemma Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu eliyle, tamamen şeffaf ve milletin temsilcisi TBMM’nin tamamına yakınının müdahil olarak yürütüldüğü, terörün bir kader olmaktan çıkarılıp geleceğin güçlü ve müreffeh Türkiye’sinin inşası için bir devlet politikasına dönüştüğü bu sürece kim neden karşı çıkar işte temel soru ve sorun budur. Esasında sorunun cevabı oldukça basit ve bir o kadar da acıdır.
Gürültüleri çok sözleri az olanlar…
Siyaset, yönetim açısından değerlendirildiğinde kişiye belirli bir güç vermektedir. Kişi bu gücü devam eden süreçte kendi lehine çevirmesiyle birlikte çevresini de elde ettiği bu gücün devamını sağlama doğrultusunda şekillendirmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi ahlak ve feraset çerçevesinde şekillenmeyen siyasette elbette hemen ilk olarak kişisel çıkarlar ve ikbal kaygıları öne çıkmaktadır. Aynı zamanda siyaset bireylere, hele de kendini gerçekleştirme ihtiyacını karşılayamamış bireylere asla elde edemeyecekleri bir nüfuz alanı sağlamaktadır. İşte bu doğrultuda siyaset alanında varlığını sürdüren bu çeşit siyasiler geleceğin tesisi, ülkenin imarı, yarınların şekillenmesi gibi kamusal ve kutsal hedefler yerine ihale, avanta, şöhret ve konfor peşinde koşmaktadır. Üstelik bu hastalıklı güruhun, siyaset zemininde yelpazenin sağından soluna hemen her kulvarda varlıklarını devam ettirdikleri de açıktır. Tamamen menfi, hatta ticari ilişkilerle şekillenen siyaseti oyalayan bu yapı işte tam da böyle süreçlerde kendini gösterir. Kendi varlıklarının devamını görmezlerse ne olduğunu, neden olduğunu, nasıl olacağını sormadan, sorgulamadan karşı çıkarlarken bir diğer tarafta da yine bu sorgulama olmadan bağnazca statükolarına sarılıp slogan atarlar. Bu arada, bu itirazlarını da illa ki bir kutsal sebebe dayandırıp meselenin şahsi olduğu gerçeğini de bir şekilde gizlemeye çalışırlar. Güneşi balçıkla sıvamaya kalkışan bu küçük insanlara toplumun her yerinde olduğu kadar siyasetin içinde de sıklıkla rastlanır. Gürültüleri çok, sözleri azdır.
Şimdi bu çerçevede İP’in siyaseti tam da bu tarife oturmaktadır. Şöyle bir kısa mazilerine bakıldığında kişisel ikbal doğrultusunda çizilen zikzaklardan başka bir şey görülmez. Öyle ki, parti; bu ikbal beklentisini kumar masalarında ikiye katlamaya çalışırken sıfırı tüketmiş müflis tüccarlar lokalinden başka bir şeye de benzememektedir. Benzer biçimde, siyaset zemininde yer bulmaya çalışan İP’ten türeyen diğer zevat da bundan çok farklı değildir. Bu güruhu böyle şeffaf ve devlet siyasetine dönüşmüş bir zeminde elbette göremeyiz. Ama aynı yapı kapalı kapılar ardında siyasi rant pazarlığında vardır, koltuk pazarlığında vardır, üstelik ne acıdır ki rakamlar bile alenen konuşulur. Bu yapı devletin ve ilgili temsilcilerinin bulunmadığı ortamlarda diğer ülkelerin temsilcileriyle görüşmede de vardır, hatta yabancı istihbarat örgütleriyle alışverişte de vardır. Tüm bunlar yakın geçmişte yaşanmıştır ve halen yaşanılmaktadır. Elbette bu süreç, bunlar için karşı çıkılacak bir süreçtir. Ceplerine rant, altlarına koltuk yoksa bunlar için memleket yavan aş bile değildir.
İnsanın hafızasıyla dalga geçercesine daha son seçimlerde siyasi rant için her türlü pazarlığı yapan, kendilerince “kent uzlaşısı” adı altında kişisel menfaat elde edilirken sorun görmeyip, daha uzağa gidilecek olursa 1991’de siyasi yasakların kalkmasından sonra gerçekleşen ilk seçimden bu tarafa mecliste bir koltuk veya bir belediye fazla almak adına terör örgütünü formelleştirip koltuk pazarlığıyla elinin altında tutan CHP ve zihniyeti elbette bu sürece karşı olacaktır.
Ayrıca bunların yanında Türk siyasetinde siyasi bir parti olmayıp veya siyasi partilerde yer almayıp malum CeHaPe zihniyetine hizmet eden, kendilerini siyaset üstü konumlandırarak her zeminde siyaset mühendisliğine soyunan ve kökleri dışarda küresel emperyalistlerin içerdeki kuklaları olan eski askeri ve bürokratik vesayet odaklarıyla bunların sahibi oldukları statükocu sözde sivil toplum temsilcileri de elbette bu sürece karşı olacaklardır.
Terörsüz Türkiye Süreci, meselenin başlangıcı ve devam edegelen süreç bu kadar açıkken, üstelik ülkenin ve bölgenin siyasi konjonktürü de ortadayken hala meseleyi siyasi bir kazanım amacıyla sulandıran, siyasi rant devşirmeye çalışan sözde siyasetçilerin de esasen ipliğinin pazara çıktığı gün olarak değerlendirilebilir. Çünkü onlarca yıldır var olan bu sorunun bitmesi bu durumdan yararlananıp siyaset devşirenlerin işlerine gelmemektedir. Hülasa terörün varlığından beslenen, siyasi rant devşiren, ülke meselelerine çözümü olmayıp sadece mevcut sorunun varlığından lakırdı üreten her kesim Terörsüz Türkiye için verilen mücadeleye karşı olacaktır. Bu durum da oldukça doğaldır.
Bize göre meselenin özü…
Bu noktada, yukarıda bahsettiğimiz türlü çevrelerin meseleyi dar açıdan değerlendiren, söz konusu politikayı rejim değişikliği, anayasanın değişmez maddelerinde revizyon gibi argümanlar üzerinden tanımlayarak kamuoyunu yönlendirmeye çalışmalarına karşı da dikkatli olmakta fayda bulunmaktadır. Mesele bir iç siyaset konusu gibi görünse de alt katmanları dikkate alındığında Türk ve Türkiye Yüzyılı bağlamında topyekûn ve bütünüyle bir dış politika başlığıdır. Öyle ki, sadece 15 Temmuz FETÖ darbe kalkışmasından bu yana geçen son on yıllık süreçte yaşananlar, hatta bu süreçte daha önceki dönemlere ilişkin açığa çıkan ilişki ve tertiplere bakılırsa ülke içindeki birçok olayın sadece iç koşullara bağlı olmayabileceğini bizlere göstermiştir. Bu sebeple, terörsüz Türkiye siyasetini konuşurken bir yandan ülke dışı faktörlerin iç siyasete müdahaleleri açısından –maalesef– zengin bir albüm sunan yakın tarihimizin önemli kırılma noktalarını kısaca hatırlamak ve sonrasında da bugünkü dış politikanın gelişimine, bölgemizin ve dünyanın gidişatına bakmak elzemdir.
CIA’nın Türkiye Şefi Paul Henze’nin 12 Eylül’ü Amerikan başkanına bildirirken söylediği iddia edilen ‘Bizim çocuklar başardı’ cümlesi yakın tarihimizin en trajik yönlerinden biridir. Dışardan beslenen iç mihraklar eliyle gerçekleşen darbenin şiddeti, siyasetin sol ve sağ kulvarındaki binlerce gencimizin ya yaşamını ya da yaşama umudunu elinden aldığı gibi halkın yaşam şekline de müdahale etmiştir. Sosyolojik fay hatları yaratarak toplumu kamplara ayırmak, içteki birliği yok etmek temel hedef olarak belirlenmiştir. Bu noktada örneğin darbe sonrası konuldukları hapishanelerdeki görüş günlerinde anne-babalarıyla bile sohbetlerine müdahale edilen mahkumların öyküleri oldukça trajiktir. Benzer bir ayrışma ve çatışma 28 Şubat döneminde de yaşanmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz bürokratik vesayet odaklarının yarattığı konjonktürde birçok gencimiz ile aileleri büyük bir travmayla karşılaşmış, bu da toplumsal birliğimizi ciddi düzeyde örselemiştir. Son olarak, hain faaliyetleri 2016 yılındaki darbe girişimiyle son kertesine ulaşan FETÖ de benzer ve hatta daha ileri taktiklerle toplumda kaos yaratarak birlik ve beraberliğimizi hedef almıştır. Tüm bunlar çok şükür amaçlarına ulaşamasa da gelişim ve kalkınmamıza önemli ölçüde engel olduğu da tartışmasızdır. Özellikle FETÖ darbe girişimi akabinde kurulan Cumhur İttifakı döneminde savunma sanayi ve enerji başta olmak üzere birçok kulvarda Türkiye’nin kaydettiği aşama bu noktada dikkate alınmalıdır. Terör bahanesiyle ekonomiden ve kalkınmadan arındırılan bölgelerde bugün Türkiye tam bağımsız bir politikayla milyonlarca varil petrol çıkarmaktadır. Devlet ve millet arasına mesafeler koyan, aziz milletimizin değerlerine ve sosyolojisine tepeden bakan, dış güçler namına ve lehine siyaset terziliği yapan darbe yönetimleri ile FETÖ gibi çetelerin ülkemize kaybettirdiği zaman, enerji, insani ve iktisadi sermayenin ne kadar muazzam olduğunu bugünlerde hayıflanarak idrak ediyoruz. Kaybımız çok olabilir; ancak umudumuz yüksek, gelecek idealimiz ise halen güçlüdür.
Bürokratik vesayet, FETÖ, terör gibi içimizdeki şeytan(lar)ı taşlarken dışardaki zebaniyi de unutmamak gerekir. Son dönemde Ortadoğu adeta bir yangın yerine dönmüş durumdadır. İsrail’in 1948’ten itibaren bu coğrafyadaki varlığı büyük bir tehdit haline gelmiştir. Ve son bir yıl içerisinde İsrail’in Filistin’e yönelik insanlık dışı adımları büyün dünya kamuoyunun şahit olduğu gelişmeleri içerisinde barındırmaktadır. Ne gariptir ki bütün “büyük devletler” de yaşananları sadece izlemekle yetinmektedirler. Sadece uluslararası alanda İsrail’in bu zulmüne sessiz kalmayan tek devlet Türkiye Cumhuriyeti’dir. Şimdi böylesi bir ortamda Filistin’in ardından Lübnan’a da saldırmıştır. Son on yıldır ise sınırımız Suriye’de yaşanan gelişmeler de bilinen bir gerçektir. Hatta İsrail’in Suriye’de yeniden inşa edilen devlet düzeninde Dürzileri güya haksızlığa veya zulme uğrayan bir topluluk olarak göstermeye çalışması ve onları gerekçe gösterip Suriye iç işlerine müdahale etmesi oldukça manidardır. İsrail’in kuzeye doğru ilerlemesi de devam etmektedir. Bu çatışma sınırının Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına değin uzanması hedeflenmektedir. O halde Doğu ve Güneydoğu sınırlarımızın her daim tavizsiz muhafazası için terörün kökünün kazınması elzemdir. Dışarıdaki düşmanın içerideki zaafımızı bir piyon olarak kullanmasına müsaade edilmemesi, terör örgütünün doğrudan lağvedilmesi bir gerekliliktir. İç siyasette birlik ve beraberliğin kalıcı olarak sağlanması bir zarurettir. Öte yandan, Ukrayna – Rusya savaşının yapısı da bu birlik ve beraberlik koşulunun önemini vurgulayan bir diğer başlıktır. Normal şartlar altında Rusya’nın çoktan kazanmış olması beklenen bir savaşta Ukrayna’nın Batı’nın, özellikle Amerika’nın alan hâkimiyeti uğruna bir ‘kurşun asker’ gibi cephede tutulması göz önünde bulundurulmayı hak eden bir vakadır. Bu sebeple, öyle ya da böyle İran, Suriye, Irak ve Türkiye gibi çok taraflı bir sorunda olayı sadece iç politik bir mesele olarak görmemek lazımdır. Uluslararası diplomasinin işlemediği, Birleşmiş Milletler ve benzeri mekanizmaların felç kaldığı modern zamanda Türkiye’nin kendi sorunlarını kendi tarihsel birikimi, gerektiğinde yumuşak, yeri geldiğinde de sert gücüyle çözmek durumunda olduğu hatırlanmalıdır. Peki, içeride ve dışarıda bu kadar bela/musibete karşı koymak için neye ihtiyacımız var?
Türk milletinin asırlara sâri tarihinden süzülerek gelen bir gücü olduğu muhakkaktır. Bu güç, asker-millet olarak tanımlanmamıza vesile olan savaşçı yeteneklerimiz kadar insanı önceleyen derin ve yoğun irfanımızdan da kök almaktadır. İnsanı yaşatmayı devleti yaşatmanın ön koşulu olarak gören bu yüksek irfan, Orhun anıtlarındaki satırlarda kalmamış, Selçuklu ve Osmanlı’yla kavileşerek Türk devlet felsefesinin dayandığı ana kaya halini almıştır. Bunu cumhuriyetimizin harcında da görmek mümkündür. Evet, istiklal ve istikbalimiz uğruna can alıp can vermiş olmakla beraber muarızlarımızın onur ve haysiyetine asgari saygıyı göstermekten de imtina etmediğimiz tarihi bir gerçekliktir. Kurtuluş Savaşı’mızda emperyalist güçlerin güdümünde, binlerce kilometre ötelerden gelerek Türk ordusuna karşı savaşan ANZAK askerlerinin trajedisine Türk milleti sahip çıkmıştır. Öyle ki, 1934 yılındaki törene gönderdiği mesajında Mustafa Kemal Atatürk savaşta ölen bu Avustralyalı ve Yeni Zelendalı askerlerin annelerine hitaben evlatlarının huzur içinde olduklarını, bu topraklarda can verdikleri için artık bizim evlatlarımız olduğunu ifade buyurmuştur. Benzer bir durum Diyarbakır Anneleri için de geçerlidir. Oğulları, kardeşleri emperyalist güçlerin güdümündeki terör örgütünce devşirilmiş bu yiğit kadınlar, büyük bir cesaret ve metanetle öne atılarak örgüte kafa tutmuştur. Küçük bedende büyük yürekli Eren Bülbül’ün annesi evlat acısını başka annelerin ağlamayacağı bir ideale kurban vereceğini derin bir âlicenaplıkla ifade etmiştir. Bu fotoğraf aslında görebilene haneleri, aileleri ikiye bölen; devletle millet arasına duvar ören şeyin aslında emperyalist güçlerin sınırsız hudutsuz planları olduğunu göstermektedir. Terörsüz Türkiye süreci bu bakımdan emperyalist odakların elinden oyuncağını veya maşasını alıp, devletle milleti elçisiz, aracısız ilânihaye bir ve bütün kılmanın yoludur. Türk milleti, feraset ve basiretle donanmış yüksek irfanıyla bu meseleyi çözme beceri ve imkânına sahiptir.
Hâsılıkelâm, ana gündemi Türk milletine göre, Türk milleti tarafından ve Türk milleti için inşa olunan MHP, Lider Devlet Bahçeli ve Ülkücü hareket; tıpkı Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi süreçlerinde olduğu gibi Terörsüz Türkiye sürecinde de kararlı bir şekilde yoluna devam etmektedir. Lider Devlet Bahçeli bu süreçteki Ülkücü duruşu “Milliyetçi Hareket Partisi tek ses, tek nefes, tek yürek halinde Terörsüz Türkiye’ye inanmakta; aynı zamanda siyasi çıkar hesabı yapmadan, nefsin tasallutuna kapılmadan, sağın solun tahrik ve telkinine aldırmadan önce ülkem ve milletim anlayışına barış ve kardeşlik ruhuyla bağlanmaktadır” şeklinde gayet açık bir şekilde ifade etmiştir. Öyleyse hele ki ülkücü olma iddiasına sahip her bireyin hiçbir şart ve şekil altında Lider ve teşkilat zemininin dışına taşması söz konusu olmamalıdır. Bu noktada, yukarıda da serdettiğimiz görüşler çerçevesinde Lider Devlet Bahçeli’nin şu veciz tarifi asla ama asla unutulmamalı, her kulağa küpe olmalıdır: “Ülkücü; vefanın, zekânın ve vicdanın ağırlık merkezidir.”







