
Türk modernleşmesi, demokrasi merkezli siyaset kültürü açısından değerlendirildiğinde sürecin cumhuriyetin ilanından çok daha gerilere gittiği görülmektedir. Lale Devri’nden itibaren başlayan modernleşme girişimi, Tanzimat Fermanı ile siyasi zeminde de somutlaşmaya başlamış; ardından süreklilik içinde kimi zaman uluslararası ilişkilerden/baskılardan kimi zaman da dönem aydınlarının çabasıyla yeni boyutlara taşınmıştır.
Siyaset ve demokrasi kültürü açısından belki de en önemli noktası 1876 yılında Meşrutiyetin ilanı ile Kanuni Esasi ve Meclisin açılması olmuştur. Söz konusu süreç her ne kadar iki yıl kadar sürse de meclisin varlığından vazgeçmeyen bir aydın nesil mücadelesi ile yeniden meşrutiyet ilanına kadar devam edecek olan bir çalkantılı dönemi de beraberinde getirmiştir. Ama burada esasen üzerinde durulması gereken konu, dönem aydınının demokratik hakları ve bunun mütemmim cüzü olan meclis kurumunu benimsemiş olması ve azimli bir mücadele ile bu durumu yeniden tesisini sağlamaya çalışmasıdır. Bir başka ifade ile meclisin açılması ve elde edilen pek çok demokratik hak, toplumsal olarak da oldukça yoğun bir kitleye yayılacak olan devrin aydınının da ön alarak gerçekleştirdiği bir mücadele sonrası gerçekleşmiştir. Bu kazanımlar hemen ardından oluşan pek çok dernek temelli, hatta daha gizli faaliyet sürdüren yapının siyasi parti kimliğine taşınmasını sağlamıştır. Tıbbiyeli ve Mülkiyeli öğrenciler tarafından kurulan İttihat ve Terakki bu durumun en temel örneği olarak görülmektedir. Siyasi organizasyonlar öyle bir boyuta ulaşmış ve taban bulmuştur ki ilk çok partili seçimler 1908 yılında gerçekleşmiş, bu tarihten sonra zaman zaman bağımsız veya partili farklı düşüncelerin varlığından bahsedilebilmektedir. Ayrıca, bu durum; Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nde de partili olmasa da farklı düşüncelerin oluşturduğu “gruplar” ile de teyit edilebilmektedir.
İlgili dönem çerçevesinde tarihsel perspektiften değerlendirildiğinde bu akışın Türk Modernleşmesi bağlamında olumlu olumsuz pek çok sonucunun olduğu da ifade edilebilir. Burada üzerinde durulmayı hak eden mesele, Türk siyasetinde özellikle cumhuriyet sonrası beliren –kuruluş olarak CHP merkezli siyaset üretme iddiasında olan– bir seçkinci grubun sanki başta Ankara’da kurulan Millet Meclisi olmak üzere pek çok hakkı ve kazanımı Türk Milleti’ne bahşettiğini düşünmesidir.
Tüm bunların yanında bir de Türk modernleşme sürecinde kısaca değinilmesi gereken bir diğer mesele de modernleşme hamlelerinin “ordu” merkezli gerçekleşmesidir. Çünkü ordunun modernleştirilme çabası ve dönemin savaş merkezli kaotik ortamı yukarıda bahsedilen az çok ilerleme görülen sivil iradenin meclise yansıdığı demokratik sistemin içinde, hatta üzerinde bir diğer yapının oluşmasına sebep olmuştur. Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır. Elbette kabaca ‘savaşların kaybedilmesi’ noktasına odaklanılarak yürütülen modernleşme hamlelerinin orduda revizyonla başlaması doğaldır. Ayrıca, öncesinde aralıklarla zaten var olsa da Trablusgarp ile başlayıp Millî Mücadele ve Kurtuluş Savaşı ile noktalanan bir savaş sürecinin yoktan var edilen, adeta yeniden yaratılan orduya verilen önemin özünü teşkil ettiği de yadsınamaz bir gerçektir. Ancak orduya verilen bu önem ve güç, 1908’den itibaren başlayan yönetime müdahil olma geleneğini de doğurmuştur. Üstelik bu kültür, olağanüstü zamanlardan sonra da devam etme alışkanlığıyla toplumsal kesimleri de karşı karşıya getirmiştir. Hatta bu müdahil olma sürecinin öyle zamanları olmuştur ki vakıanın kimin tarafından kimin için yapıldığı dahi bilinmemekte, hatta gayri milli bir yapının ve emperyalist güç merkezi konumundaki ülkelerin dahi sahiplendiği görülmüştür. Bu durumun hemen her on yılda bir tekrar eden bir klişe süreç halini alması toplum tarafından da kanıksanmasına sebep olmuştur. Sivil irade meclise yansısa da mecliste hareket kabiliyetini sınırlayan adeta seçilmişlerin üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanan bir sistem oluşmuş ve bu yapının uzantıları ne acıdır ki sivil bürokrasiyi de etkisi altına almıştır. Bu durum Türkiye’yi uzunca yıllar kıskacı altına almış, başta siyasi partiler olmak üzere Milli iradenin yönetime hâkimiyetini sağlayacak bütün kurumları ve liderleri neredeyse yok sayma cüretine kadar gitmiştir. Öyle ise Türk siyasi tarihinde millet iradesinin karşısında örgütlenen temel yapı şudur: Darbe ile oluşturulmuş sistem ve askeri/sivil vesayet ile yürütülen süreç
İrade ve İstiklal, Bir Siyasi Geleneğin Mücadelesi: Milliyetçi Hareket Partisi
Yukarı da temel çerçevesi kısaca özetlenmeye çalışılan darbe geleneği, Türk siyasetinin ve doğal olarak da milli iradenin yani bizzat milletin en temel sorunu olarak 15 Temmuz 2016 yılına kadar kendisini fazlasıyla hissettirmiştir. Pek çok siyasi parti ve siyaset insanı bu geleneğin acısını çekmiştir. Ama ne olursa olsun siyasi tarihin bize anlattıkları yanında kuruluş ve gelişmesine bakıldığı zaman darbelerin evvela yok etmek istediği siyasi oluşumun Milliyetçi Hareket Partisi olduğu söylenebilir.
Cumhuriyetin kurulmasıyla beliren ve farklı fikirlerin temsil edildiği gruplardan oluşan siyasi yapı, fraksiyonlar halinde tek bir siyasi partiye taşınarak devam etmiş ve farklı zamanlardaki denemelere rağmen çok partili hayata uzun süre geçilememiştir. 1945 yılında ise mecliste toprak reformu görüşmelerinde sonradan “Dörtlü Takrir” olarak isimlendirilecek olan ve Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen önergedeki anlaşmazlık neticesinde bu isimlerin CHP’den kopuş süreciyle çok partili hayata geçilmiştir. Ancak burada genellikle üzerinde durulan Demokrat Partinin kurulması ve 1950 yılındaki iktidarıdır. Öte taraftan göz ardı edilen ve çok da değinilmeyen bir diğer siyasi parti ise 1948 yılında Demokrat Parti içerinden çıkan Millet Partisi’dir. Demokrat Parti’nin CHP’ye muhalefeti yetersiz bulan Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı başta olmak üzere dönemin pek çok siyaset adamının bulunduğu Millet Partisi, daha sonra farklı zamanlarda Türk siyasetinde kullanılacak olan “üçüncü yol” ifadesinin esas sahibidir. Parti hem despotizm temelli vesayet merkezi CHP ve merkez konumdaki Demokrat Parti’nin karşısında yer almıştır. Bu parti akabinde kapanmış ve sonrasında Cumhuriyetçi Millet Partisine dönüşmüş, ardından ise Köylü Parti ile birleşip Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi halini almıştır. CKMP ise 8-9 Şubat 1969 tarihinde Adana’da gerçekleştirilen kongrede Milliyetçi Hareket Partisi adını almıştır.
1948 yılında Millet Parti ile başlayan sürecin 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi ile sonuçlanması iki zıt kutup arasında adeta bir ‘tahterevalli siyaseti ’ne dönen Türk siyaset hayatında millet iradesinin gerçek temsilcisi olarak Milliyetçi Hareket Partisinin konumlanmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum, bir bakıma vesayet veya seçkinci çevreler tarafından çaresizliğe veya seçeneksizliğe mahkûm edilmek istenen aziz milletimizin bu zorba ve despot cendereden çıkarılmasıdır. Bu sebepledir ki özellikle darbe başta olmak üzere sivil veya askeri vesayet müptelası her girişim öncelikle Milliyetçi Hareket Partisi’ni ve Türk Milliyetçilerini hedef almıştır.
Darbe Kıskacında Milli Siyaset: MHP ve Vesayetle Kavga
Özellikle 12 Eylül 1980 darbesine giden süreç incelendiğinde yukarıda bahsedilen içinde milletin olmadığı siyasi rant ve pazarlıklar merkezinde yürüyen çatışmadan bunalan vatandaşın bir çare olarak Milliyetçi Hareket Partisi’ni ve ülkücü kadroları görmesi Türkiye üzerinden elini asla çekmeyen ve her şart altında müdahil olan emperyalist çevreleri rahatsız etmiştir. Bu durumun en somut göstergesi ise 1969’da kurulmasıyla birlikte 1973 seçimleri ve darbe öncesi 1977 seçimlerinde MHP oylarındaki istikrarlı artış ve tabana yayılımdır. Ayrıca kurulan bazı koalisyonlarda kendine yer bulan MHP’li kadroların özellikle bakanlık düzeyinde vatandaşın takdirini kazanması MHP’nin önümüzdeki süreçte millet nezdinde iktidarın en büyük namzeti olarak görülmesini de sağlamıştır. Özellikle 1977 seçimlerinde oylarını neredeyse üç katına çıkaran, oran olarak da %3’lerden %6’lara taşıyan Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü hareket başta içerideki vesayet odakları olmak üzere bu yapıların sahibi konumundaki emperyalist çevrelerin Türkiye’deki en temel meselesi halini almıştır. Bu şekilde bir kaotik ortamda gerçekleştirilen ve sahiplerinin “bizim çocuklar başardı” sözleriyle ifade ettiği 12 Eylül 1980 darbesi öncesiyle ve sonrasıyla adeta Ülkücü Hareketi ortadan kaldırmayı amaçlayan bir süreç olarak değerlendirilebilir.
Darbe öncesinde yaklaşık 3700 Ülkücünün şehadeti, on binlerce mahkûm, yüzbinlerle ifade edilebilecek geleceği karartılmış ve eğitim hayatı yarım kalan bir nesli tüketme çabasının üstüne darbe sonrası mahkûmiyetler ve dokuz ülkücünün asılarak şehadeti MHP ve Ülkücü Hareketin varlık yokluk mücadelesi verdiği meşakkatli bir dönem olarak hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Ancak siyasi hayattaki varlığı siyasi müdahalelerle engellenemeyecek kadar derin bir köke dayanan ve yukarda çok kısa özetlenen MHP, millet iradesinin kendisi olarak darbe sonrasında da mevcudiyetini korumuştur. Aziz millet, zor koşullarda gölgesine sığındığı ağacı hiçbir dönem gönlünden ırak tutmamış, aklından çıkarmamıştır.
Türk siyasi tarihinde darbeler bununla kalmamış ve her bir yeni darbe öncesi hazırlanan süreçte darbeyi planlayan güçlerin ana hedefi yine MHP ve Ülkücü Hareket olmuştur. Son olarak gerçekleştirilmeye çalışılan, millet iradesinin sokaklara dökülmesiyle ve MHP ve Lider Devlet Bahçeli’nin güçlü duruşuyla engellenen 15 Temmuz 2016 FETÖ Terör Örgütü tarafından organize edilen darbe girişimi ve öncesinde bu terör örgütü tarafından MHP ve Lider Devlet Bahçeli’ye gerçekleştirilen pek çok kumpas halen akıllarda durmaktadır.
Bu durum ise darbelerin değerlendirilmesinde öncelikle kimin tarafından yapıldığının ve kime hizmet ettiğinin önemini ortaya çıkarmaktadır. Yabancı ülkelerin açık destek ve yardımlarıyla planlanan 15 Temmuz darbe girişimi, hain ve alçak bir güruh eliyle gerçekleştirilmeye çalışılmış; Allah’ın inayeti, milletimizin yüksek istikbal ve istiklal aşkı, Cumhurbaşkanımızın ve Devlet Bahçeli’nin yüksek feraset ve cesaretiyle engellenmiştir. Öte yandan, bu süreçte Milliyetçi Hareket Partisi ve Devlet Bahçeli’nin darbenin mimarisindeki dış odakları gören devlet aklı özellikle vurgulanmalıdır. Toplumda şok halinin egemen olduğu, toz dumanla kaplı ortalıkta kimin güvenli olduğunun kestirilmediği bir anda devletten yana tavır koyması ve tüm siyasi ajandaları bir kenara bırakıp Cumhur İttifakı’nın temelini atan cesur yaklaşımıyla darbe sonrasındaki güvensiz ortamın dağılmasına ve devlet sisteminin toparlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Darbe öncesinden sonrasına Milliyetçi Hareket Partisi etrafında gelişen olaylara bugünden bakıldığında öncesinde olan bitenlerin darbede edilgen ve uysal bir Milliyetçi Hareket Partisi tasarlamaya dönük girişimler olduğu; sonrasındaki tarla sirkinin de darbedeki dirayetinden dolayı bir tür Milliyetçi Hareket Partisi’ni cezalandırma mahiyetinde tertiplendiği anlaşılmaktadır. Kuruluşu yekten ve doğrudan milli iradeye dayanan Milliyetçi Hareket Partisi, milleti görmezden gelen veya millete ayar veren açık-gizli, sivil-askeri, yerli-yabancı her türlü odağa karşı durmaya tek başına kalsa dahi devam edecek güce ve yeteneğe sahiptir.




