Siyaset kurumunun temel aktörü olan siyasi partiler çeşitli açılardan farklı sınıflara ayrılırlar. Bazıları sadece seçim sonucuna odaklı kitle partisi hüviyeti taşırken, bazıları ise insan odaklı bir anlayışla, inanç ve değerler çerçevesinde birey yetiştirmek yani kadro sahibi olmak isterler. Bir ideolojinin iz düşümü olarak hareket ederek, nesiller yetiştirecek bir program ile ülkenin geleceğini tesis etmek amaçlanmıştır ki bu partilere de ideolojik partiler denilmektedir.
Yukarıda bahsi geçen ikinci grubun Türkiye’deki en olgun temsilcisi olarak Milliyetçi Hareket Partisi, kurulduğu 1969 yılından bugüne gerek yürüttüğü politikalarla gerekse yetiştirdiği kadrolarla Türk siyasetinde seçkin ve önemli bir konuma erişmiştir. Türk milletinin varlık sebepleriyle tam uyumlu ideolojik yapısı, her koşulda milletin güven ve teveccühüne mazhar olmasını sağlamıştır. Dinamik ve kırılgan siyasi iklimde bile kuruluş felsefesine yüksek sadakat duygusuyla siyaset üretme iradesinin bu durumda büyük payı olduğu vurgulanmalıdır. Günlük siyasi dalgalanmalara ayak uydurarak oy odaklı siyaset tarzının hem ülke menfaatlerine hem de parti bünyelerine verdiği tahribatın farkında olan aziz milletimiz Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu akl-ı selimini her dönem takdir ve taltif etmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin elli üç yıllık mazisi incelendiğinde, her kademesinde, kurumsal kültürün şekillenip oturmasında ülkücü fertlerden kurulu kadrolarının rolü tartışılmaz önemdedir. Bugünün kazanımlarıyla birlikte gelecek nesillerin huzur ve refahıyla da ilgilenen insan odaklı kuruluş felsefesi, partinin kadro kalitesi ve derinliği konusunda titiz ve kararlı bir yaklaşım geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, Milliyetçi Hareket Partisi, bir siyasi parti olduğu kadar sosyal ve siyasi hedeflerini içselleştirmiş insan kaynağını yetiştiren bir okul olarak da belirmiştir.
Değişip kesilmeyen bir süreklilik ve disiplin içinde kurucu genel başkanımız Alparslan Türkeş’ten bugüne aktarılan bu kurumsal gelenek ve şuur, mensuplarına ülkücü pâyesi kazandıran tek ve yegâne kudrettir. Diğer bir ifadeyle, ülkücü kimlik; bu temel eğitim kurumunun olur ve onayıyla geçerliliği teyit edilebilen bir kimliktir. Söz konusu durum da, bu kurumun kural ve kaidelerine muhatap oldukları andan itibaren onları yaşayarak öğrenen her ülkücü tarafından bilinen bir vakıadır. Tabiri câizse, her ne kadar benzerleri olduğunu iddia edenler varsa da Mülkiye Mülkiye’dir.
İnsan doğası gereği zamanın üç boyutuyla uyumlu, tutarlı ve gerçekçi ilişkiler kurmak ve buna göre hareket etmek durumundadır. Öyleki, dün düştüğü yeri hatırlarsa bugün kendisi düşmeyecek, öğretirse yarın oğlu/kızı da bu acı akıbetten beri olacaktır. Dünü unutup bugün yeniden başlayıp yarına gitmek veya dünün romantizmine hapsolup bugün ve yarını düşünmemek insanı sosyal yaşamda hep yarım bırakmaktan başka sonuç vermeyecek sakat ve sakıt bir tutumdur. Dolayısıyla, her ülkücü fert makul bir insan gibi zamanın bu üç boyutunun birbiriyle uyumlu ve tutarlı bir noktada dengelenmesini sağlamalıdır. Geleneği bugüne taşımak önemli olduğu kadar onun var oluştan gelen değerlerini şahsi çıkar ve beklentilerin tahrip edici doğasından korumak da bir o kadar değerli ve önemlidir.
Tek tek fertlerin duyguları, çıkarları, beklentileri ve niyetleri elbette olabilir, ama bunların kurumsal kimlik olarak ülkücülüğü dönüştürmesi, ona zamana göre ayar vermesi ve alternatif tanımlar getirmesi gelenekten kopuş ve belirsiz bir geleceğe yelken açmaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Çınarı, geniş gövdesi ve yüksek endamıyla övmek tüm bunları ona veren asıl unsur olan derin köklerin hayati önemini ne gölgeler ne de değersizleştirir. Bu çerçevede kurumsal kimlik dışında gelişen tercihler, farklı yol arayışları kurumun geleneksel bünyesine dönük saldırı girişiminden, onun gelenekle bağını koparma çabasından başka bir şeyle açıklanamayacak mahiyettedir. Buna da daha çok bu kültürü bilmeyip akıp giden ve hala dinamik olan süreçte sisteme dâhil olanlar veya dolaylı olarak miras yoluyla hak iddia edenler, Lider Devlet Bahçeli’nin tabiriyle ‘teberik’ler tevessül etmektedir. Bununla birlikte, kurumun yarım asırlık kültürünü özümseyenler bu şer girişimlerin farkında, ona uygun ve layık gerekli tavır ve duruşu inşa edip sergileme şuurundadır.
Esasen ‘teberik’ taifesi başta olmak üzere hemen herkes her şeyi bilmektedir. Mesele, özünde çıkar ve güç meselesi, bir siyaset ve kimlik okulu olarak Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurumsal mülkiyetindeki ülkücülüğü para ve makama tahvil etme teşebbüsüdür. Bu davanın ağır ama bir o kadar da kutsal yükünün manevi hazzı bu zevatı şereflendirmemiş olacak ki bir lokma ve bir hırkadan daha fazlasının hırsıyla doğru yoldan sapma gafletini göstermişlerdir. Çok önceden kalben kopmalarına rağmen yeni yerlerinde kendilerini konumlandırmak hevesiyle bu köklü kurumun kimliğiyle gündeme gelmek istemektedirler. Kendilerinden menkul bir değerleri olmadığından yeni yerlerine tutunabilme, böylece ‘dükkânlarında’ biraz daha kâr elde edebilme hesabıdır aslında olan. Bu dava uğruna mücadele eden aziz ülkücülerin emekleri üzerinden rant sağlayanlar elbette ki ülkücülerin hafızasında büyük harflerle not edilmiştir.
Teberik taifesinin önemli bir kısmında da kronik miras zehirlenmesi sendromları dikkat çeker. Yol bilmez, mihnete gelmez bu zevât, hiçbir yerinde olmadıkları; acısıyla, tatlısıyla hiçbir anını yaşamadıkları davanın tüm nimetlerine talip olmaktan geri durmazlar. Davanın değerli büyükleri olan babalarının hayatlarında yeltenemeyecekleri bir şoyadı fetişizmiyle etrafa hiza verme davranışı gösterirler. Kifayetsizlikleri, zaafları ve kurum tarihine ilgisizliklerini birer bohem marifetmiş gibi yansıtıp ‘seçilmiş insan’ psikozunda arz-ı endam etmekten keyif alırlar. Neticede onların gözünde Milliyetçi Hareket Partisi babalarının partisinden başka ve öte bir şey değildir. Her şeye rağmen ülkücüler zahmette yâren göremedikleri bu zevâtı sırf soyadlarına hürmeten sineye çekmişler, saygıda kusur etmemişlerdir. Yıldıray Çiçek Beyin de 16 Şubat 2021 tarihli köşesinde sârih ve veciz bir üslupla serdettiği üzere kavgada, mücadelede, dertte, çilede olmayıp, herkesle iyi olmanın peşinde olan bu zevâtın Milliyetçi Hareket Partisi’nin liderine tavırları aslında argo kişiliklerini ele vermektedir. Bir cemiyette bu tür zevâtın varlığı, kategorik olarak menfi bir unsur gibi görünse de doğru olanı daha da öne çıkartıp parlatan garip bir doğal mihenk de barındırır. Yeri gelmişken,”içimizde kalıp da mücadelesiz olanlar, ‘ben herkese eşit mesafedeyim’ diyerek düşmanı da kapsayanlar, bu hareketi sadece sıfat taşıma ve nimet kapma alanı olarak görenlerin” farkında, alayının ”en az bu gidenler kadar tehlikeli olduklarının“ şuurunda olduğumuz da vurgulanmalıdır. “Çünkü yarınlarda tökezlediğimizde yine hançeri saplayacak potansiyel bu türlerden çıkacaktır”. Bu noktada, yarım asırlık kurumsal tarihiyle Milliyetçi Hareket Partisi ve onun geleneksel müktesebatını titizlikle koruyarak yarına sâlimen iletmeye kararlı lideri Devlet Bahçeli ile davanın sadık mensuplarının hakkı kâmilen ve tekraren teslim edilmelidir.
Laf ola beri gele: Sözde Gazeteci ve Sanatçılar
Uzun zamandır gündemi meşgul eden temel bir mesele de sanat ve medya mensuplarının istediği şekilde ve ortamda karşıdaki kişi ya da kurumu kim ve ne olduğuna bakmaksızın dilediği düzeyde ve ölçüde eleştirebilme hakkının olup olmadığıdır. ‘Eleştiri’yi kendinde mesleki bir hak olarak gören gerek sanat camiası gerekse medya mensuplarının tutum ve davranışları bir tarafa, eleştiri dozajı ve şekli ‘özgür düşünce beyanı’ ile açıklanabilecek bir esnekliğe sahip olmalı mıdır? Esasen bu konu yeni bir tartışma alanı da değildir. Yıllardır her iki grup da iktidarla olan ilişkilerinde mutlaka bu tartışma alanına girecek davranışlar sergilerler. Üstelik bu durum iktidarda kimin olduğundan da bağımsız yaşanagelen bir vakıadır.
Mevcut Türk Ceza Kanunu’nunda doğrudan “Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar”başlığıyla düzenlenen maddeler aynen şu şekildedir;
Cumhurbaşkanına hakaret
Madde 299- (1) Cumhurbaşkanına hakaret eden kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/35 md.) Suçun alenen işlenmesi hâlinde, verilecek ceza altıda biri oranında artırılır.
(3) Bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
Devletin egemenlik alametlerini aşağılama
Madde 300– (1) Türk Bayrağını yırtarak, yakarak veya sair surette ve alenen aşağılayan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu hüküm, Anayasada belirlenen beyaz ay yıldızlı al bayrak özelliklerini taşıyan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik alameti olarak kullanılan her türlü işaret hakkında uygulanır.
(2) İstiklal Marşını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Bu maddede tanımlanan suçların yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama
Madde 301- (1) Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Devletin askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, birinci fıkra hükmüne göre cezalandırılır.
(3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.
(4) Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır.
Türk Ceza Kanunu’nun 1926 yılındaki ilk hali incelendiğinde ise; 156. ve 157. Maddelerin “Reisicumhur’a suikastı ve suikast dışı saldırıları” kapsadığı görülmektedir ki, dönemin koşulları dikkate alındığında önemlidir. 158. Maddeise aynen şu şekildedir. “Reisicumhura muvacehesinde hakaret ve sövme fiillerini işleyenler üç seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Hakaret ve sövme Reisicumhurun gıyabında vakıa olmuş ise faili, bir seneden üç seneye kadar hapis olunur. Reisicumhurun ismi sarahaten zikredilmeyerek ima veya telmih suretiyle vakıa olsa bile mahiyeti itibariyle Reisicumhura matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa tecavüz sarahaten vuku bulmuş addolunur.”
İlgili kanunun 2004 yılındaki son halinde de aynı lafzın ve ruhun korunduğu dikkati çeker. Dolayısıyla, cumhuriyet; Mustafa Kemal Atatürk’ten beri millet iradesinin temsil makamlarını saygın ve mümtaz kabul etmiştir. Fotoğrafı doğru okursak son Sedef Kabaş vakasında temel mesele, idarenin eleştiri hakkı kullanılarak değerlendirilmesi değil, bu hakkın suiistimaliyle millet iradesinin temsilcilerinin alenen tahkir ve tezyifidir. Esasen söz konusu bu kanun maddeleri hemen herkes tarafından da bilinmektedir. Buna karşın, sanatçı veya basın mensubu kimliğinde olan malum kişiler, bu kimliklerini mevcut iktidarla olan ilişkilerine göre bir kalkan olarak kullanarak, ismi ne olursa olsun yöneten erke fütursuz saldırıları, hakaret ve aşağılama şeklinde beyanlarıyla konu mankenliğine soyunmaktadır. Mesele bir mağduriyet değil, demokrasiye kaba ve cazgır bir tecavüz boyutuna geçmektedir. Kaldı ki, Sedef Kabaş’ın ifadeye götürüldüğü esnada ters kelepçe takılmış izlenimi veren bir mizansen üretmesi, meselenin eleştiri hakkından çok dış dünyaya verilen müstevli bir göz kırpma olduğunu ayan beyan ortaya koymaktadır.
Toplumun değer yargılarından bîhaber bir zümrenin güyâ muhalefet etmek adına gazeteci veya sanatçı kimliklerini paravan yapıp eleştiri sınırını aşarak yürüttükleri bu operasyonlar, her seferinde siyaset özürlü muhalefete Pavlov köpeği gibi salya salgılatmaktadır. Neresinden tutulursa tutulsun insanın elinde kalacak bir vakıadır. Bu vaziyet aslında tek kelimeyle zillet ittifakı ile taraflarının siyasete bakışlarını ortaya koymakta ve yan yollara başvurarak nasıl bir seviyesiz siyasetle iktidar olma arzusunda olduklarını göstermektedir. Ama uzun yıllardır bir türlü anlayamadıkları şey Türk Milleti’nin bu tür seviyesiz siyasete vesayet dönemleri ve tek parti rejimi hariç paye vermediğidir. Kaldı ki bu harici dönemlerde de Türk Milleti’nin ve O’nun iradesi ortada yoktur. Gerek sanatçı gerekse basın mensubu sıfatıyla kutsal değerlere ve devlet makamlarına hakaret edenlerin Türk Milleti’nin vicdanında da yer almadığı, yok hükmünde oldukları aşikârdır.
Milletin değerlerine ve O’nun en temel kutsalı olan Devlet ve temsilcilerine yakışıksız üslup ve tarzda tavır ve davranışa karşı esneklik Türk devletinden beklenemez. Bu binlerce yıllık bir medeniyetin temsilcisi olan Türk Devlet geleneğinde yoktur. Elbette bu doğal tepkiyi doğuran şer etkiler dün ve halde var oldukları gibi yarın da var olacaktır. Dün verilen tepkinin bugünkünden farkı olmadığı gibi emin olunuz ki yarın benzerlerine karşı gösterilecek olan da aynısı olacaktır. Nihayetinde Hz. Âdem ve Havva’dan bu yana olan şeyden bahsediyoruz, suç varsa ceza da vardır.
Kim Tutar Balon Ekremi?
İstanbullu feryat figan. Üstad Necip Fazıl’ın döneminde ‘güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar’ olan kent, Balon Ekrem tarafından her geçen gün yaşanmaz ve yönetilemez bir megaköye çevriliyor. Mevzudan haberi yok ki İstanbul’dan başka her yerin başkanı gibi ‘takılıyor’. Her an her yerden çıkabilir, bir bakarsınız Diyarbakır’da bir bakarsınız Erzurum’da kayakta, Bodrum’da deniz sefasında. ‘Katibimin setresi uzun’, avare avare geziyor. Arada cumhurbaşkanlığı hülyalarını süsleyen siyasi dedikodulara ‘Rabbi yesir’ kontenjanından esas oğlan yazılıyor. Gelin görün ki İstanbul’un sorunları, İstanbullu’nun derdi cami avlusuna bırakılmış öksüz çocuk gibi sahipsiz vaziyette.
BBC Türkçe News’e verdiği bir demeçte değişimi kimin yaptığı değil, değişimin kendisi önemli derken aslında ele vermişti serkeş ve serseri siyaset cambazlığını. Şimdi makamda iken bunları tek tek ibretle izliyoruz. Gün geçmiyor ki İİB Başkanı İmamoğlu yeni bir skandala imza atmasın. Son dönemde yaşadığımız ve Türkiye’yi etkisi altına alan olumsuz hava koşullarındaki Balon Ekrem’in sergilediği marifetler, her zamanki gibi gören gözleri, hisseden yürekleri yanıltmıyor. Benim yedi yaşındaki kızım, akıllı telefondaki uygulamadan okul servisinin eve yaklaştığını gördüğünde kapı önüne inerken, yoğun kar yağışı uyarısı veren Meteoroloji’nin raporlarına rağmen İstanbul gibi kentin bırakın ara sokaklarını, ana arterlerinde neden tedbir alınmaz? Kim ‘engelledi’ acaba?
Bu çerçevede, asıl vahim olan konu, İstanbul’da âfet yaşanırken başkan hazretlerinin İngiltere Büyükelçisi ile yemekte olmasıdır. Bu durumda iki temel sorun vardır. Bir, bir kamu makamını temsil eden şahsın yabancı misyonla görüşmesini gizleme telaşıdır. Öyle ki, olayın ayyuka çıktığı saatlerde CHP parti yönetimince yemekli toplantıyı yalanlayan açıklamalar geldi. Peki neden bu türden bir toplantı açıkça ilan edilmemiştir? Ne sosyal medyada ne de belediyenin internet sitesinde buna dair bir bilgi notu verilmemiştir. Bu da akıllara hepsi birbirinden deli soruları düşürüyor. Bir belediye başkanı yabancı misyonla görüşürken diplomatik teamüllere uymuş mudur? Örneğin, bu toplantının içeriği bir raportör marifetiyle kayıt altına alınmış mıdır? Benzer biçimde, mensubu olduğu partisinin dahi bilgisi dâhilinde olmayan bir görüşmenin gizli gündeminde ne vardır? Yukarıdan devam edersek, iki, hadi diyelim ki muhatabınıza hürmeten randevunuza sadık kaldınız, peki tercih edilen mekân İstanbul’un bir ucunda. Kuş uçuşu yaklaşık 22 km’lik bu yolu belediye araçlarını eskort yapıp kat ederken yolda kalmış binlerce İstanbullu’nun çilesini vicdanınıza nasıl sığdırdınız? Sonra çıkmış mobese imkânları kullanılarak şahsınızın takip edildiğini öne sürerek cayırtı koparıyorsunuz. Üste çıkmada zeytinyağına tur bindirirsiniz, helal olsun ne diyelim?
Aslında tüm bunlar bizim yıllardır savunduğumuz tespitin tipik ve trajik dışavurumlardan başka bir şey değildir. Siyasetsiz siyaset diyebileceğimiz bir anlayış başta CHP olmak üzere Balon Ekrem tarzında ayın on dördü gibi görülüyor. Zillet ittifakı’nın başta İstanbul olmak üzere pek çok şehirdeki belediyelerinin 2019’dan beri sürekli surette oturtmaya çalıştıkları ‘engelleniyoruz’ algısı bu siyasetsiz siyasetin omurgasını oluşturuyor. Neden mi? Bakın, Milliyetçi Hareket Partisi’nin lideri Devlet Bahçeli, ilk olarak 2012 yılında bir askıda ekmek kampanyası başlattı. Akabinde bu kampanya yakın geçmişte tekrarlandı. Buna karşın, muhalefet taifesi bundan memleketin güya ekonomik problemlerinin halkın ekmeğe bile erişimini engellediğine ilişkin karşı bir argüman geliştirdi. Sosyal dayanışma ne zamandan beri siyasete malzeme yapıldı? Peygamberin yoksullara yardımına olan övgüsünü bütün kalbiyle sahiplenmiş olan bu milletin değerlerine bu kadar mı uzaksınız? Bugün siyasi ikbal dilendiğiniz Amerika’sından Avrupa Birliği’ne kadar birçok ülkede on binlerce evsizin yaşadığı sosyal olgu bu hayatın acı, ama ancak ütopik yaşam kurgularında rastlanmayacak bir yönüdür. Lider Devlet Bahçeli bu gönül penceresinden bu vakayı görüp gereğini yapmıştır. Allah büyük, tükürdüğünüzü yalatıyor bir bir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin internet sitesine girildiğinde ana ekrandaki spot daha yemeniz gereken kırk fırın ekmek olduğunu haykırıyor aslında. İİB’nin ana ekranında ‘askıda fatura’ uygulaması duyuruluyor. Evet evet, tam da okuduğunuz gibi, askıda ekmeğin bir türevi olarak askıda fatura…
Şimdi muhalefetin güya en gözde belediyesi ve başkanı bu uygulamayı faturaya dönüştürüp bir kampanya yürütüyor. Bu durum nasıl açıklanır, gülünür mü ağlanır mı bilinmez, ama trajikomik olduğu ayan beyan ortada. Dün eleştirdiğini bugün uygulayan klasik Balon Ekrem ve onun tipik çakma projeleri… Daha kötüsü böyle bir partiyi böyle bir yapı ne olarak ciddiye alınıp eleştiri ortaya konulur, ne denilir. Türk siyaset kurumu adına düşünülmesi gereken bir meseledir bu. Kıbrıs’ta Maraş’ın cahili Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’si, siyaset kurumunun en temel öğesi olan siyasi partilerin belki de ‘yüz karası’ olarak değerlendirilse yeridir. İddia ettikleri gibi siyaseten ve iktisaden kötü vaziyette bir Türkiye varsa emin olun bunda siyaset fakiri CHP’nin vebali çoktur. Evdeki bereketi mundar etmeden hayırsız evladın terbiyesi şarttır.







