Türk Devlet Geleneği: Tarihi Süreklilikten Modern Devlete

Türk devlet geleneği geçmişten günümüze farklı dönemlerde farklı yönetim biçimleri ile var olagelmiştir. Türk siyasal hayatında Türklerin varlıklarını her zaman devlet kurarak sürdürmüş olmaları devletin diğer toplumlara kıyasla Türklerde daha önemli bir konumda olduğunu göstermektedir. İlk Türk devleti olarak bilinen Hunlar ve sonrasında farklı coğrafyalarda kurulan Türk devletleri, devrin ve koşulların gerekliliklerine göre bazı farklılıklara sahip olsalar da bu devletlerde benzer özellikler ve benzer telakkiler de vücut bulmuştur. Oğuz Kağan efsanesi ve Orhun Yazıtları’nda da açıkça görülmektedir ki devlet Kağan’a Tanrı’nın bir hediyesidir ve Tanrı Kağan’ı düzeni kurmakla görevlendirmiştir. Türk siyasi tarihi İslamiyet öncesi ve sonrası olarak değerlendirilse de din ile devlet ilişkisi Hunlardan itibaren toplumsal alanın önemli bir bileşeni olmuş ve devletin mevcudiyetini bu şekilde daha görünür hale geldiği alan uzmanları tarafından pek çok çalışmada ortaya konulmuştur. Ayrıca, toplumsal varoluş da devlete bağlandığından ve devletsiz toplumun da var olamayacağı anlayışından dolayı ‘fetret dönemleri’ Türk milletinin varlığını ortada kaldırmaya dönük tehlikeli devirler olarak görülmüştür. Bu minvalde devlet hem toplumun hem de bireyin üzerinde olduğundan devletin menfaati, çıkarları her şeyin ve herkesin üzerindedir anlayışı hâkim anlayış olarak ortaya çıkmaktadır. Türk Tipi Kontrol/Denge Mekanizması: Töre ve Kağan Denklemi Türk devlet sisteminde gücün kaynağı çerçevesinde değerlendirildiğinde Kağan her ne kadar gücünü Tanrı’dan alsa da bu gücün sonsuz yetki barındırmadığı görülmektedir. Devletin kendi varlığını devam ettirmesi de bazı kurallara tabi tutulduğundan Kağan’ın bu kurallara yani ‘töre’ye uyması beklenmektedir. Bu bahsi geçen töre, geçmişten gelerek geleceğe yön veren bir olgu olarak ifade edilebilir. Ayrıca devletin ve yönetenin gücünü sınırlayan ve meşruiyetine ölçü olan töre anlayışı, Türk devlet geleneğinde hukuka bağlılık şuurunun ruhunu oluşturmaktadır. Türk devlet geleneğinde töreye yani kurallara göre en önemli değerin, adalet olduğu düşünüldüğünden devletin temeli olarak da kabul edilmektedir. Ayrıca Ömer Lütfi Barkan’ın da belirttiği gibi İslamiyet öncesi Türk Toplumu göçebe olarak tanımlansa da bu yaşam tarzına mahkûm olmayan, il gider töre kalır anlayışıyla yüksel kültür seviyesine ulaşan, devlet kurma ve harp tekniklerini geliştirme açısından oldukça başarılı olan bir toplum olma özelliğini taşımaktadır. İslamiyet sonrası olarak adlandırılan dönemde de Türklerde devletin önemi devam etmiş ve bu önemi açıklamak için devlet ‘muteber nesne’ olarak adlandırılmıştır. İslam öncesi devlet meşruiyetini sağlayan temeller İslami ilkeler ile etkileşime girmiş ve mevcutla uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Türk devlet anlayışı ve düzeni salt şer’i düzenden farklı, yeni bir düzen olarak ortaya çıkmıştır. İslamiyet öncesi Kağan’ın Tanrı tarafından görevlendirildiği anlayışı İslamiyet sonrası da devam etmiştir. İslamiyet sonrasında hükümdarın kullandığı yetkiyi Allah adına kullandığı, hükümdarın ilahi yolu temsil ettiği ve hükümdara bağlılığın da Allah yolunda bir dava olduğu düşüncesi hâkim olmuştur. Türklerin İslamiyet’i kabulü ile birlikte hükümdarlar her ne kadar şer’i hükümleri kabul etseler de bu kanunlara uymayan ancak milli karaktere sahip yeni yorumlamalarla örfi uygulamaları da ortaya çıkarmışlardır. Bu örfi uygulamalardan en önemlisi İslam öncesi dönemde mutlak egemen Kağan anlayışının devam ettirilmesi şeriat hükümlerine aykırı olmasına rağmen İslam alimleri tarafından da kabul edilmiş ve devam ettirilmiştir. İbrahim Kafesoğlu bu tarz örfi uygulamalarla Türk-İslam geleneği Arap-İslam geleneğinden ayrı bir yolda ilerlediğini belirtmektedir. Fuad Köprülü’nün hukuki müesseselerin hangi safhalardan geçtiğini ve dıştan gelen hangi tesirlerin etkisine maruz kaldığını anlamak için kronolojik olarak incelemek gerektiği düşüncesi hem İslam öncesi hem de İslamiyet sonrası Türk devletlerinin bahsi geçen müesseselerin işleyişine vakıf olmak için oldukça önemli olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Osmanlı’da da devlet, bunu yöneten hükümdar, din, toplum ve birey de dahil olmak üzere her şeyin üstündedir. Bu yapının değişimi İslamiyet’ten ziyade Fransız İhtilalinin etkisi ile olmuştur. Fransız ihtilali devletin kaynağının sorgulanmasına neden olmuş ve bu da zamanla devlet yapısında bazı değişimlere yol açmıştır. Batılı devletlerin aksine Osmanlı’da devlet Tanrı tarafından oluşturulmuş ve yönetici de Tanrının temsilcisi konumuna getirilmiştir. Ancak Fransız ihtilalinin etkileri sonrasında imparatorluk zayıflamış, devlet zamanla bireysel hak ve özgürlüklere önem vermeye başlamış ve bunlar sonucunda toplumun devlet karşısında itibarı artmıştır. Yani geleneksel devlet yapısı değişmiş, hukuksal düzenlemeler hayata geçirilmiş, bürokrasi ve sivil toplum güçlendirilmiştir. Bu şekilde bir dönüşüm ile modern devlet yapısına evrilmenin başladığı söylenilebilir. Ancak burada Cumhuriyetin ilanı ile birlikte eskiden koparak tamamen yeni bir devlet ve yeni bir düzen kurulduğu algısı verilmeye çalışılsa da eskiden bu denli keskin bir kopuşun hem sistem hem de kurumlar açısından mümkün olmadığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bir devamı niteliği taşıdığı açıktır. Gelenekten Beslenen Modernite: Örften Yasaya Türk devletleri genel olarak merkeziyetçi bir devlet yapısına, güçlü bir liderliğe ve askeri güce önem vermiştir. Türk devlet geleneği de güçlü bir iktidar olgusu üzerine kurulmuştur. Bu geleneğin yansımalarını hem İslam öncesi ve sonrası dönemde hem de cumhuriyet sonrası dönemde görmek mümkündür. İslamiyetin kabulü her ne kadar eskiden bir kopuşu simgelese de törenin örfe evrilmesi ile eski ile bir sürekliliği de içinde barındırmaktadır. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Osmanlı’da da olan ‘aşkın devlet’ anlayışının varlığını sürdürdüğünü ancak zaman içerisinde el değiştirdiğini görmek mümkündür. Osmanlıdaki gibi güçlü bir devlet yapısı kurmak, gücün halkın elinde olması amaçlansa da uygulamada gücün iktidarın elinde kalmasını arzulayan bir bürokratik yapının geliştiğini görmek de mümkündür. Bu açıdan Ziya Gökalp’in devletin siyaset kurumunun bir aracı olduğu yönündeki kabulü gerçekliğini ispatlamaktadır. Osmanlıda şeri hukukun tamamen kabul edilmeyerek milli bir kimlikle tekrar yorumlanması ve örfi uygulamaların hayata geçirilmesi, cumhuriyetin ilanından sonra da devam etmiştir. Modern devlete geçiş döneminde ise bu sorumluluk bilinci, meşruiyetin zayıflaması ve devletin yıkılacağı korkusu ile birleşerek devleti halka daha çok yaklaştırmış ve toplumu devlet karşısında daha görünür ve itibarlı kılmıştır. Cumhuriyetin ilanı ile de amaçlanan bu olduğu düşünülebilir. Cumhuriyet toplumu, hem devlet karşısında daha görünür kılmayı hem de devlet karşısında gücünü arttırmayı amaçlamaktadır. Bu noktada millet iradesi cumhuriyetle birlikte yeni yönetim sisteminde vücut bulması arzulanmıştır. Ancak geçiş döneminin hem bölgesel hem de uluslararası boyutta getirdiği birtakım sıkıntıların üzerine eklenen ‘kurucu elit’ olarak nitelendirilebilecek bürokratik yapının ve çevresinin yukarıda da belirtilen gücü elinde tutma arzusu ile birlikte millet iradesinin hâkim olması istenilen modern devletin yönetim anlayışı uzunca bir dönem yeniden sekteye uğramıştır. Fakat yaşanılan bütün bu olumsuz gecikmeler Türk devlet anlayışının kadim hakimiyetini engelleyememiş ve millet iradesi her türlü hâkim unsur olarak ortaya çıkmıştır. Burada Türk devlet anlayışının millet iradesine dayanarak gelen geleneksel yapısı Türk Cihan Hakimiyeti ve Nizamı Alem idealini devlete ve millete yüklemektedir. Osman Turan ‘a göre Türk Cihan hakimiyeti düşüncesinin bir Türk ideali olarak yaşatılabilmesi Türklerin geçmiş, tecrübelerini, kahramanlıklarını, örf