Edit Template

Diyeceklerim var! Teberikler, Sözde Gazeteci ve Sanatçılar, Balon Ekrem, diyeceklerim size!

Siyaset kurumunun temel aktörü olan siyasi partiler çeşitli açılardan farklı sınıflara ayrılırlar. Bazıları sadece seçim sonucuna odaklı kitle partisi hüviyeti taşırken, bazıları ise insan odaklı bir anlayışla, inanç ve değerler çerçevesinde birey yetiştirmek yani kadro sahibi olmak isterler. Bir ideolojinin iz düşümü olarak hareket ederek, nesiller yetiştirecek bir program ile ülkenin geleceğini tesis etmek amaçlanmıştır ki bu partilere de ideolojik partiler denilmektedir. Yukarıda bahsi geçen ikinci grubun Türkiye’deki en olgun temsilcisi olarak Milliyetçi Hareket Partisi, kurulduğu 1969 yılından bugüne gerek yürüttüğü politikalarla gerekse yetiştirdiği kadrolarla Türk siyasetinde seçkin ve önemli bir konuma erişmiştir. Türk milletinin varlık sebepleriyle tam uyumlu ideolojik yapısı, her koşulda milletin güven ve teveccühüne mazhar olmasını sağlamıştır. Dinamik ve kırılgan siyasi iklimde bile kuruluş felsefesine yüksek sadakat duygusuyla siyaset üretme iradesinin bu durumda büyük payı olduğu vurgulanmalıdır. Günlük siyasi dalgalanmalara ayak uydurarak oy odaklı siyaset tarzının hem ülke menfaatlerine hem de parti bünyelerine verdiği tahribatın farkında olan aziz milletimiz Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu akl-ı selimini her dönem takdir ve taltif etmiştir.     Milliyetçi Hareket Partisi’nin elli üç yıllık mazisi incelendiğinde, her kademesinde, kurumsal kültürün şekillenip oturmasında ülkücü fertlerden kurulu kadrolarının rolü tartışılmaz önemdedir. Bugünün kazanımlarıyla birlikte gelecek nesillerin huzur ve refahıyla da ilgilenen insan odaklı kuruluş felsefesi, partinin kadro kalitesi ve derinliği konusunda titiz ve kararlı bir yaklaşım geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, Milliyetçi Hareket Partisi, bir siyasi parti olduğu kadar sosyal ve siyasi hedeflerini içselleştirmiş insan kaynağını yetiştiren bir okul olarak da belirmiştir. Değişip kesilmeyen bir süreklilik ve disiplin içinde kurucu genel başkanımız Alparslan Türkeş’ten bugüne aktarılan bu kurumsal gelenek ve şuur, mensuplarına ülkücü pâyesi kazandıran tek ve yegâne kudrettir. Diğer bir ifadeyle, ülkücü kimlik; bu temel eğitim kurumunun olur ve onayıyla geçerliliği teyit edilebilen bir kimliktir. Söz konusu durum da, bu kurumun kural ve kaidelerine muhatap oldukları andan itibaren onları yaşayarak öğrenen her ülkücü tarafından bilinen bir vakıadır. Tabiri câizse, her ne kadar benzerleri olduğunu iddia edenler varsa da Mülkiye Mülkiye’dir. İnsan doğası gereği zamanın üç boyutuyla uyumlu, tutarlı ve gerçekçi ilişkiler kurmak ve buna göre hareket etmek durumundadır. Öyleki, dün düştüğü yeri hatırlarsa bugün kendisi düşmeyecek, öğretirse yarın oğlu/kızı da bu acı akıbetten beri olacaktır. Dünü unutup bugün yeniden başlayıp yarına gitmek veya dünün romantizmine hapsolup bugün ve yarını düşünmemek insanı sosyal yaşamda hep yarım bırakmaktan başka sonuç vermeyecek sakat ve sakıt bir tutumdur. Dolayısıyla, her ülkücü fert makul bir insan gibi zamanın bu üç boyutunun birbiriyle uyumlu ve tutarlı bir noktada dengelenmesini sağlamalıdır. Geleneği bugüne taşımak önemli olduğu kadar onun var oluştan gelen değerlerini şahsi çıkar ve beklentilerin tahrip edici doğasından korumak da bir o kadar değerli ve önemlidir.        Tek tek fertlerin duyguları, çıkarları, beklentileri ve niyetleri elbette olabilir, ama bunların kurumsal kimlik olarak ülkücülüğü dönüştürmesi, ona zamana göre ayar vermesi ve alternatif tanımlar getirmesi gelenekten kopuş ve belirsiz bir geleceğe yelken açmaktan başka bir anlam taşımayacaktır. Çınarı, geniş gövdesi ve yüksek endamıyla övmek tüm bunları ona veren asıl unsur olan derin köklerin hayati önemini ne gölgeler ne de değersizleştirir. Bu çerçevede kurumsal kimlik dışında gelişen tercihler, farklı yol arayışları kurumun geleneksel bünyesine dönük saldırı girişiminden, onun gelenekle bağını koparma çabasından başka bir şeyle açıklanamayacak mahiyettedir. Buna da daha çok bu kültürü bilmeyip akıp giden ve hala dinamik olan süreçte sisteme dâhil olanlar veya dolaylı olarak miras yoluyla hak iddia edenler, Lider Devlet Bahçeli’nin tabiriyle ‘teberik’ler tevessül etmektedir. Bununla birlikte, kurumun yarım asırlık kültürünü özümseyenler bu şer girişimlerin farkında, ona uygun ve layık gerekli tavır ve duruşu inşa edip sergileme şuurundadır.    Esasen ‘teberik’ taifesi başta olmak üzere hemen herkes her şeyi bilmektedir. Mesele, özünde çıkar ve güç meselesi, bir siyaset ve kimlik okulu olarak Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurumsal mülkiyetindeki ülkücülüğü para ve makama tahvil etme teşebbüsüdür. Bu davanın ağır ama bir o kadar da kutsal yükünün manevi hazzı bu zevatı şereflendirmemiş olacak ki bir lokma ve bir hırkadan daha fazlasının hırsıyla doğru yoldan sapma gafletini göstermişlerdir. Çok önceden kalben kopmalarına rağmen yeni yerlerinde kendilerini konumlandırmak hevesiyle bu köklü kurumun kimliğiyle gündeme gelmek istemektedirler. Kendilerinden menkul bir değerleri olmadığından yeni yerlerine tutunabilme, böylece ‘dükkânlarında’ biraz daha kâr elde edebilme hesabıdır aslında olan. Bu dava uğruna mücadele eden aziz ülkücülerin emekleri üzerinden rant sağlayanlar elbette ki ülkücülerin hafızasında büyük harflerle not edilmiştir. Teberik taifesinin önemli bir kısmında da kronik miras zehirlenmesi sendromları dikkat çeker. Yol bilmez, mihnete gelmez bu zevât, hiçbir yerinde olmadıkları; acısıyla, tatlısıyla hiçbir anını yaşamadıkları davanın tüm nimetlerine talip olmaktan geri durmazlar. Davanın değerli büyükleri olan babalarının hayatlarında yeltenemeyecekleri bir şoyadı fetişizmiyle etrafa hiza verme davranışı gösterirler. Kifayetsizlikleri, zaafları ve kurum tarihine ilgisizliklerini birer bohem marifetmiş gibi yansıtıp ‘seçilmiş insan’ psikozunda arz-ı endam etmekten keyif alırlar. Neticede onların gözünde Milliyetçi Hareket Partisi babalarının partisinden başka ve öte bir şey değildir. Her şeye rağmen ülkücüler zahmette yâren göremedikleri bu zevâtı sırf soyadlarına hürmeten sineye çekmişler, saygıda kusur etmemişlerdir. Yıldıray Çiçek Beyin de 16 Şubat 2021 tarihli köşesinde sârih ve veciz bir üslupla serdettiği üzere kavgada, mücadelede, dertte, çilede olmayıp, herkesle iyi olmanın peşinde olan bu zevâtın Milliyetçi Hareket Partisi’nin liderine tavırları aslında argo kişiliklerini ele vermektedir. Bir cemiyette bu tür zevâtın varlığı, kategorik olarak menfi bir unsur gibi görünse de doğru olanı daha da öne çıkartıp parlatan garip bir doğal mihenk de barındırır. Yeri gelmişken,”içimizde kalıp da mücadelesiz olanlar, ‘ben herkese eşit mesafedeyim’ diyerek düşmanı da kapsayanlar, bu hareketi sadece sıfat taşıma ve nimet kapma alanı olarak görenlerin” farkında, alayının ”en az bu gidenler kadar tehlikeli olduklarının“ şuurunda olduğumuz da vurgulanmalıdır. “Çünkü yarınlarda tökezlediğimizde yine hançeri saplayacak potansiyel bu türlerden çıkacaktır”. Bu noktada, yarım asırlık kurumsal tarihiyle Milliyetçi Hareket Partisi ve onun geleneksel müktesebatını titizlikle koruyarak yarına sâlimen iletmeye kararlı lideri Devlet Bahçeli ile davanın sadık mensuplarının hakkı kâmilen ve tekraren teslim edilmelidir.  Laf ola beri gele: Sözde Gazeteci ve Sanatçılar Uzun zamandır gündemi meşgul eden temel bir mesele de sanat ve medya mensuplarının istediği şekilde ve ortamda karşıdaki kişi ya da kurumu kim ve ne olduğuna bakmaksızın dilediği düzeyde ve ölçüde eleştirebilme hakkının olup olmadığıdır. ‘Eleştiri’yi kendinde mesleki bir hak olarak gören gerek sanat camiası gerekse medya mensuplarının tutum ve davranışları bir tarafa, eleştiri dozajı ve şekli ‘özgür düşünce beyanı’ ile açıklanabilecek