Edit Template

Şark Meselesinin 21. YY Sürümü: Terör Güdümlü Siyaset

Türkiye Cumhuriyeti, tarihsel arka plandan bugüne, tarzı ve şiddeti değişmesine rağmen ana amacı asla değişmeyen bir saldırıyla sürekli karşı karşıya kalmıştır ve kalmaktadır. Özellikle 19. yüzyıldan sonra Batı tarafından “Şark Meselesi” olarak ifade edilen ve içinde Türkiye’nin de olduğu geniş bir coğrafyayı kapsayan bölgede “hâkim devlet” olmak veya hegemonya kurmak isteyen güçler çeşitli stratejilerle hedeflerine varmayı amaçlamaktadırlar. Uluslararası siyaset gündeminin en önemli sorunlarından birisi olarak düşünülebilecek olan terör, bölgede Türkiye başta olmak üzere hemen hemen bütün doğu coğrafyasında görülmektedir. Terör olaylarının ne amaçla ve hangi ülkelerin kontrolünde veya göz yummasıylagerçekleştirildiği, kimlere ne fayda sağladığı, ülkelerin içinde uzantılarının kimler, hangi gruplar olduğu, ekonomik altyapısının ve finansının nasıl sağlandığı, uluslararası siyasette ülkelerin bakışının ne olduğu gibi pek çok alanın içine giren kapsamlı bir konu olduğu bilinmektedir. İktisadi Altyapı Toplumların ve onların siyasi örgütleri olarak devletlerin, uluslararası alanda birbirleriyle olan ilişkilerinde temel dürtülerinin ekonomik çıkarları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Dünyada ülkelerin, henüz kitlesel üretime geçmediği ve takas ekonomisinin geçerli olduğu zamanlar, zenginliğin ölçüsünün toprak olduğu zamanlardı. Daha sonraları meydana gelen teknik gelişmeler, üretim fazlası yaratırken ticaretin önemini artırmış ve para ekonomisine geçilmiştir. Zenginliğin ölçüsü ister toprak ister ticaret olsun ortaya çıkan ekonomik değerin paylaşılması, üretim sürecinin doğal bir sonucudur. Nasıl ki bir ülkede toplum tarafından üretilen ekonomik değerin, üretim sürecinin her aşamasında bireyler arasında dağılımı söz konusu ise tüm dünyada üretilen değerin de ülkeler arasında paylaşımı söz konusudur. Ülkeler arasındaki bu paylaşımın temel aracı da uluslararası ticarettir. Ülkeler, tüketimlerinden arta kalan çıktılarını diğer ülkelere pazarlamak suretiyle refahlarını daha fazla artırabilmektedirler. Daha çok ve verimli topraklara sahip olmanın refahla tek ve doğrudan ilişkili olduğu devirlerde toplumlar, dünya üzerinde kısıtlı bulunan bu doğal kaynağı kendi hâkimiyetleri altına alma mücadelesi içerisindeydiler. Buna karşılık, ticaretin zenginliğin en temel aracı olarak kabul görmeye başladığı özellikle 16. yy’dan sonra toplumlar, dünyada kıt olan kaynağı altın ve gümüş olarak değerlendirmiş ve birbirleriyle yapacakları alışverişlerde bu değerli madenleri kendi ülkelerinde biriktirmeyi amaçlamışlardır. Gerek verimli topraklar gerekse değerli madenler(para) dünya üzerinde belirli bir zamanda kıtsa, toplumların birbiriyle olan ilişkilerinde ekonomik kazançları sıfır toplamlı bir oyuna benzeyecektir ki, nitekim öyle de kabul edilmektedir. Yani bir ülkenin kazancı diğer ülkenin kaybına eşittir. Bu anlayış ülkeleri birbirleriyle en ölümcül savaşların da yaşanacağı bir çatışma içerisinde olmalarını zaruri kılmaktadır. Bu çatışma, 21. yy’a kadar sıcak ve soğuk savaşlar ile sürdürülürken, bu yöntemlerin maliyetinin ağırlığı günümüzde farklı yollara başvurulması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bunlar içerisinde teknoloji yarışı görünürde en önemli araç olsa da buna ek farklı yöntemler de arka planda uygulanmaktadır. Bu yollardan biri de hedef ülkelere yönelik terör faaliyetlerini ortaya çıkarmak ve/veya bu faaliyetleri desteklemektir. “Hak Hukuk Adalet” derken Teröre Takım Elbise Giydirmek Özellikle Batılı devletlerin Osmanlı coğrafyasını paylaşmak için geliştirdikleri stratejilerin ifadesi olarak bilinen “Şark Meselesi” Batılı güçlerin ve onlara eklenen Amerika’nın bölgedeki hesapları olarak Türkiye’nin karşısına çıkmakta ve amacına ulaşamadıkça da farklı formlarda yenilenmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan isyanlardan günümüzde görülen PKK/YPG ve FETÖ/PDY terör olaylarına kadar yaklaşık bir asırdır süreklilik kazanan terör olayları bölgesel ve küresel gelişmelere uygun bir biçimde Türkiye’yi çeşitli yönlerden tahrip etme amacını taşımaktadır. Bu yönler, ekonomik ve politik temelli mesajlar içeren argümanlara sahip olabilmektedirler. Bu noktada, Türkiye’ye yönelik terör eksenli girişim ve hamlelerin analiz edilebilmesi noktasında dört faktörün ön plana çıkmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.  İlk olarak, yukarıda da ifade edildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik saldırıların aktörleri çeşitli isimler altında değişse de tarihsel süreklilik içerisinde aslında bu farklı ismi taşıyan örgütlerin/yapılanmaların büyük kısmının “maşa”lıkmisyonu birbirine benzemektedir. Dolayısıyla tehdit, sadece bugün gün yüzüne çıkan bir unsur değildir. Hedef aynıdır ve sadece dönem dönem aktörler, isimleri ve etiketleri değişmektedir.Bu saldırılar özellikle son dönemlerde oldukça profesyonel bir hâl almış, iyi kurgulanmış halkla ilişkiler çalışmalarıyla ülke gündemine tamamen masumiyet çizgisinde sunulmakta, devletin terörle olan mücadelesini gereksiz ve bir iktidarda kalma çalışması gibi vatandaş üzerinde algı geliştirip içinden çıkılmaz bir şekle getirilmek istenmektedir.Bu durum karşısında ülkenin geleceğinin temini için kurulan yelpazenin sağından soluna bütün siyasi partilerden beklenen ise siyasi rekabeti bir tarafa bırakıp devletin varlığını tehdit eden bu terör unsurlarının faaliyetlerine karşı birlikte hareket etmektir. İkinci olarak terör eylemleri, terör örgütlerinin kanlı geçmişleri ve hedefleri göz ardı edilerek bu örgütlerin/yapılanmaların Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmeye yönelik söylemleri apaçık ortadayken, terör örgütleri ile ilişkilerini siyaset perdesi ile örtmeye çalışanları görmezden gelmek mümkün görünmemektedir. Hatta “sivil siyaset” kisvesi altında medyanın da sempatik imajlar çizme gayretleri çerçevesinde bir algı yönetimi inşa edilerek bu imajların terör ile aralarına mesafe koymak bir yana, safları daha da sıklaştırmak adına geliştirdikleri söylemler tarihin hafızasında yer almaktadır. Bu sebeple bu siyasi odakların sadece Ankara, İstanbul ve İzmir gibi illerimizdeki söylemlerine bakmamak, aynı zamanda “sırtlarını dayadıkları” şer odaklarını da ne zaman ve nerede deklare ettiklerini bilmek gerekmektedir. Özellikle son dönemlerde terör örgütleriyle aralarına herhangi bir mesafe koymayan hatta mesafe koymak yerine birlikte hareket ettiğini ısrarla deklare eden yapılanmalara siyaset kurumunun bizzat kendinden ve siyasi partilerden tepkinin gelmesi gerektiği düşünülmektedir ki yapının zararlı hücreyi kendiliğinden dışarıya atmasının en doğal ve doğru yolunun buolduğu söylenebilir. Elbette siyasi partiler kuruluşlarının doğası gereği iktidar mücadelesi verirler. Ancak, terörle ve terör unsurlarıyla beraber hareket ederek iktidar ummak siyaset kurumunu küçültmek en hafif tabirle gaflete düşmek olarak ifade edilebilir. Bu noktada ülke siyasetinde önemli pay sahibi olan siyasi kurumların sadece iktidara gelmek adına terör destekçisi kurumlarla işbirliğine gitmesi ne tabanının ne de topyekün toplumun kabullenebileceği bir durumdur. Kaldı ki anlık seçim kazanımlarıyla psikolojik olarak kabullenmiş görünen tabanının uzun dönemde ülke siyasetinde karşılaşacağı durumlar bu siyasi yapıları içinden çıkamayacağı ve başta tabanı olmak üzere seçmene cevap veremeyeceği bir yere sürükleyeceği söylenebilir.    Üçüncü olarak böylesi bir bağ ve bağlantı, ilgi ve ilişki ortadayken, sırf “karşı tarafta olmak” ve“karşı” olmak adına, bir yandan ulusal hassasiyetlerden söz edip diğer yandan da siyaseti terör amaçlı söylem ve hamlelerin kılıfı yapan hiziplerle doğrudan ya da dolaylı işbirliği içerisinde olmak bambaşka bir hezeyan boyutunu temsil etmektedir. Yani bir yandan Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasına sahip çıkma iddiasında bulunurken diğer yandan da ilk hedeflerinden biri Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısını bozmak olanlarla aynı kulvarda yer almak siyasi tarihin en onulmaz çelişkilerinden birisi olacaktır. Bu açıdan siyasi partiler “Ben kimim?” soruna cevap verdikten sonra çalışmalarını siyaset yelpazesinde oturdukları yere ve bunun yansıması tabanlarına göre gerçekleştirmelidir. Bunun aksine üretilen siyasetin